Din ve Toplum

DİN VE TOPLUM 1. ÜNİTE

DİN VE TOPLUM İLİŞKİSİ
Din sosyolojik bir kurumdur.Bunun anlamı, dünyanın ve tarihin neresine gidilirse gidilsin bütün toplumlarda din gerçeğinin bir davranış örüntüsü olarak bulunmasını ifade eder.Tıpkı aile , ekonomi, siyaset ve
Eğitim gibi temel davranış örüntüleri gibi bütün toplumsal yapılarda dine rastlarız.Bütün toplumlarda çok farklı şekilleriyle karşılaştığımız dinin yine de hepsinde ortak olan bir özelliği var mıdır? diye sorduğumuzda alacağımız cevap ;Bir çok ortaklıklar bulunabilir ama bunların yine de her zaman tam kapsayıcı olacağı garanti edilemez.Burada bahsedilen ,üzerinde uzalaşılan “ortak yön” dinin bir “kutsal ve dindışı” ayrımına dayanan ve bir topluluk şeklinde yaşanmasıdır.
En eski zamanlardan beri insan varlığının en temel koşullarından birisi de “toplum”dur. Toplum halinde bulunmayan insan yoktur ve bununla beraber din ; bu insan toplumsallığının , dolayısıyla insan varlığının en temel görüntülerinden biridir. Sosyolojinin bir görevi de ;bu ikisi arasındaki ilişkinin mahiyetini anlamaktır.

KODLAMA YOLUYLA EZBER
===Thomas Hobbes =Ünlü ingiliz düşünürü=doğa durumu filozoşarından biri
===Leviathan=Thomas Hobbes ‘a ait bir eserdir=İçeriği=Kaos durumundaki toplumsal hayatta devletin rolünü ifade eden yedi başlı ejderha metaforuna başvurduğu eseridir.=Batı siyaset biliminin ve felsefesinin klasikleri arasında yer alır
=== Jean Jacques Rousseau =Fransız devrimini hazırlayan ünlü Fransız Düşünür, toplum filozofu=Toplum sözleşmesi= İnsanlar arasındaki eşitsizliğin kaynağı ve Emile gibi eserler yazmış ve doğa durumunda özünde iyi olan insanların sosyalleşmeyle birlikte bozulduğunu söylemiştir.Ona göre o”iyi öz”e dönmenin tek yolu=cumhuriyetle yönetilmekten geçmektedir.

John Locke =İngiliz ampirizminin en önemli ismi =Ampirizm de en tipik tutum, insan zihninin bir “Tabula Rasa” – boş levha – olduğunu öne süren John Locke’unkidir.Liberalizmin felsefi kaynağını oluşturan ; Locke’un doğa durumundaki insan hakkındaki fikirleridir.Ona göre insan doğası itibarıyla iyidir.Hiçbir vesayete ihtiyaç duymaz.

Montesquieu = Kuvvetler ayrılığı ilkesini ilk kez formüle eden düşünür.
Eserleri=Kanunların Ruhu üzerine ve İran Mektupları=bu eserlerle farklı yönetim biçimlerinin sosyolojisini yapmıştır.

Louis Althusser = Yapısalcı marksizmin ünlü düşünürü=tam da bu kurumlar arasındaki belirlenimcilik ilişkisini =Marx’ın altyapı-üstyapı eksenine =üçüncü bir boyut getirerek açıklar.
Ona göre toplum yapısı ekonomi , siyaset , eve ideolojileri ayakları üzerine oturur. Belirlenimcilik tek taraşı değildir.
Bazı toplumlarda ekonomi , bazı toplumlarda siyaset başka bazı toplumlarda da ideolojik sac ayağı belirleyicidir.
Althusser’a göre hangi kurumun hangi toplumda son seviyede belirleyici olacağını yine ekonomi belirler .

Din olgusu , neredeyse bütün toplumlarda varolan yaygın ve eski bir davranış örüntüsüdür. Ancak din , her toplumda ortaya çıkışı farklılık gösteren bir olgudur. Din kendini tanımladığı gibi dünyayı da inananlar ve inanmayanlar şeklinde tanımlar .
Kutsal kavramı Durkheim’ın bütün toplumlar incelerken baz aldığı kavramlardan biridir.Ona göre bütün toplumlar herşeye “kutsal” ve “din dışı” şeklinde ayıran bir kategorizasyon sistemine sistemine sahiptirler.Dinde bir bakıma bu ayrıma dayanır.Bu ayırımların karmaşıklığı veya basitliği söz konusu toplumlarında karmaşıklığı ve basitliğiyle iç içedir.
Durkheim’ın yaptığı din tanımı:”Kutsal şeylere yani bir kenara ayrılmış ve tabulaşmış şeylere ilişkin birleşik inançlar ve davranışlar sistemi’dir.”
Dinin en önemli özelliklerinden birisi de üyelerini ortak bir inanç etrafında birleştirmesidir.Din paylaşılan bir “anlam sistemi” oluşturduğu için insanların dünyayı, toplumu, yaratan’ı ve kendilerini nasıl algılamaları gerektiğine dair bilgiye dair ortak bir anlayış ve algı sistemi oluştururlar.
Fenomoloji ve Etnometodoloji’ye göre; bütün toplumlar ancak bu algılar sistemiyle varolabiliyorlar .İşte din ,bu ortak algılar sistemini en iyi düzenleyen mekanizmalardan biridir.Dinin yeterince güçlü olmadığı toplumlarda bile bunun yerini değişik düzeylerde büyük veya küçük çaplı ideolojiler almaktadır.
Cemaatler, dinin inanç paylaşımının en doğrudan toplumsal sonucudur.
Talcott Parsons cemaati :”Hayat ve çıkarlarla ilgili olan ve pek belirlenmemiş bir alandaki kapsamlı bir dayanışma ilişkisini anlatmak üzere sık sık kullanılan bir kavramdır.” Ifadesiyle tanımlamıştır.

Dinin değişik tanımlarını yapmak mümkündür.Her dinin kendine göre ve kendini merkeze alarak yaptığı bir din tanımı vardır.Şüphesiz bu tanımlar sosyolojik bir çözümleme için temel alınamaz ve ya yeterli görülemez.Çünkü bütün dinler arasında ortak olanı bulmak ve dinsel davranışın tabiatını anlayabilmek için dinlerin sosyal olgular üzerindeki etkisini ve konumunu anlayabilmek üzere dinlerin ötesinde bir tanıma ulaşmak lazım.O yüzden dinin sosyolojik tanımı herhangi bir din hakkında bir doğruluk/yanlışlık yargısında bulunmaksızın sadece dinin sosyal işlevlerini ortaya çıkarmak üzere somut etkisi ve tezahürleri üzerinden hareket ederler.
Din sosyolojisinin ortaya çıkışı genel sosyolojinin ortaya çıktığı döneme rastlamaktadır.
İlk din çalışmaları Aydınlanmacı düşünceninin etkisi altında , dine bir gelecek öngörmüyor üstelik dinin gelecekte yok olacağı , çekilip gideceği varsayımdan hareket ediyorlardı.Çünkü ,19. Yy’da ilk dönem sosyologların din hakkındaki görüşü; dinin bir hurafe ,insan uydurması olduğu üzerineydi.Bu nedenle cehalet sebebiyle geliştirilmiş bir hurafeyi yok edecek giderecek olan şey bilimin gelişmesi olacaktı.Bu nedenle bilimin gelişmesi ile dinin yok oluşu arasında paralel bir bağlantı bekleniyordu.Oysa bu , dinin mahiyetini ve toplumsal işlevini gereğinden çok fazla hafife almak anlamına geliyordu.
Marx’tan Durkheim’e, Comte’tan Tylor’a kadar ilk dönem sosyologların hepsi dinin kökeni tartışmasına çok kolay girmişler ve tarih öncesi dönemde dinin nasıl ortaya çıkmış olduğuna dair açıklamalar geliştirmeye çalışmışlardır. Oysa bu
açıklamalara girişmek, hiçbir zaman bilimsel olarak denetlenemeyecek bir alana girmek anlamına geliyor. Yani en iyi ihtimalle yüz binlerce yıl önce dinin ilk defa nasıl ortaya çıkmış olduğuna dair elimizde somut veriler olmadığı hâlde bu döneme ait yorumlar kaçınılmaz olarak spekülatif olmak durumunda kalıyordu. Durkheim örneğin, yüz binlerce önce dinin nasıl bir şey oldu-
ğunu anlayabilmek için günümüzde ilkel Avustralya kabileleri arasında dinin nasıl yaşandığına bakmanın yeterli olacağını varsaymış ve ilk dönem dinin durumu hakkındaki bütün tasvirlerini bu incelemelerine dayandırmıştır. Bunu yaparken bir diğer varsayımı ilkel kabilelerin insanlığın geçmişini temsil ettiği ve bütün insanların aynı süreçlerden geçtiğidir. Aynı şekilde Comte da dini insanın cehaletinin bir sonucu olarak görmek suretiyle kökeninde cahil olan insanın bilgilendikçe dine ihtiyaç duymayacağını savunmuştur.
Dinin kökeniyle ilgili tartışmaya giren hiç kimse bilimin sınırlarını aşmaktan ve spekülatif bir alana sapmaktan kaçamamıştır. O yüzden din hakkında köken tartışması yerine sosyolojinin kendisini dinin somut durumu ve işlevlerini anlamayla sınırlaması gerekiyor.
Klasik sosyologlar denilince akla Auguste Comte,Karl Marx, Emile Durkheim ve Max Weber gelir. Bu isimlerin her biri toplumu bir bütün olarak ele almış oldukları için toplumun içinde güçlü bir yer tutan din hakkında da hepsinin özel görüşleri olmuştur. Bu görüşler arasındaki tartışmalar,halen din hakkındaki genel çerçeveleri oluşturmaktadır. Bugün din hakkındaki birçok tartışma bu isimlere referans verilmeden yapılmamaktadır. Yanı sıra son zamanlarda din araştırmalarında giderek daha bir geçerlilik kazanan
fenomenoloji ve etnometodoloji yaklaşımları hakkında genel bilgiler verilerek teorideki yeni eğilimlerden sadece biri olarak altı çizilmektedir.

KODLAMA YOLUYLA EZBER(KYE)
***Siyaset=Sosyolojik bir kurumdur.
***Üretim araçları=Marx’a göre üstyapı’ya ait değildir.
***Tanrılar ve Ruhlar fikri=Durkheim’ın sosyolojik tanımlamasında göze çarpan en önemli unsurlardan değildir.
***Karl Marx’ın Din sosyolojisine giriş adlı eseri yoktur.
***İnsanlar arasında dolaşan batıl inançları bulup yanlışlığını kanıtlamaya çalışmak=Din sosyolojisinin amaçlarından biri değildir.
***Dinsel iddiaların doğruluk değerlendirmesi = Din sosyolojisinin yöntemlerinden biri değildir.
***Din , sosyal olaylara etki eden bir anlam sistemidir=ifadesi=Karl Marx’ın din hakkındaki görüşlerinden biri değildir.
***Din toplumsal bütünleşme için bir yapıştırıcıdır =ifadesi=Emile Durkheim’ın din görüşü ile bağdaşan ifade .
***Kapitalizmin gelişmesi Protestanlığın ortaya çıkmasını sağlamıştır=ifadesi=Dini, anlamlı bir sosyal eylem ve motivasyon olarak açıklayan Weber’in din teorisi dikkate alındığında yanlış olan önerme.

2. ÜNİTE GENİŞ ÖZET
Dinler genel olarak ahlaki ve dinî prensipleri vaaz ederek insanın hem bu dünyada hem de öte dünyadaki kurtuluşunu sağlamaya çalışırlar. Tüm dinlerin iki boyutu bulunmaktadır. Bunlardan biri
inanç boyutu, diğeri ise ibadet boyutudur. Dinler genel olarak barış, düzen içinde yaşamak,başkasına karşı affedici olmak, yoksullara yardımda bulunmak, başka inananlarla dayanışma içinde olmak gibi değerleri vazederler. Ancak dinler bulundukları toplumlarda baskın oldukları nda toplumun nasıl yönetilmesi gerektiği sorusuna cevap arayarak siyasi yorumlar da geliştirebilmektedirler.
Bu durumu coğrafyamızda hakim olan Yahudilik, Hristiyanlık ve Müslümanlık gibi üç dinde de görüyoruz. Yahudilik başlangıçta yaratılış konusunu işlemektedir. Ancak Yahudilerin Mısır’dan çıkarak Filistin topraklarına göçüyle birlikte Tevrat’ta yönetime ilişkin prensipler vazedilmeye başlanır. Yahudi devletinin hangi prensiplere göre işleyeceğine ilişkin yorumlarda Tevrat’ta vazedilen prensiplerden çıkarılmıştır. Benzer biçimde incil’de kimin elinde olursa olsun yönetime boyun eğmek önerilmiştir. incil,Sezar’ın hakkı Sezar’a, Tanrı’nın hakkı Tanrı’ya prensibiyle bir Hristiyan’ın aynı anda hem siyasi otoriteye hem de ilahi otoriteye itaat etmesi gerektiğini ve birine itaatin ötekine itaate engel oluşturmadığını belirtmiştir. Ancak Hristiyanların zamanla Roma’dan doğan boşluğu dolduracak kadar güçlenerek yönetimi ellerine geçirmeleriyle Hristiyanlığın da siyasi yorumu ortaya çıkmıştır. Bu yorumun en önemli referanslarından birini beşinci yüzyılda Aziz Augustine Tanrı Devleti adlı eseriyle yapmıştır. Augustine incil’deki ayetleri farklı yorumlayarak kilisenin yönetime değil,yönetimin kiliseye itaatini öngören bir yaklaşım geliştirmiştir. Hristiyan dünyada teokrasi Aziz Augustine’nin görüşleri üzerinden gelişmiştir. Müslümanlığa bakıldığında farklı bir durum görülmektedir.
islam’ın kaynağı Kur’an’da herhangi bir yönetim biçimi değil, yönetime ilişkin adalet,eşitlik, hakkaniyet, liyakat, istişare gibi prensipler vazedilmiştir. Bu da Müslümanların tarih içinde şartlara bağlı kalarak farklı yönetim yapıları ortaya çıkarmasına yol açmıştır. Peygamber’den sonraki otuz kırk yılda Dört Halife dönemi yaşanmış, ancak daha sonra islam dünyasında saltanat sistemleri gelişmiştir.
Avrupa’da on üçüncü yüzyıldan itibaren birçok alanda yenilik hareketleri görülmeye başlamıştır. Özellikle üniversitelerin kurulmasıyla birlikte araştırmaya, gözleme ve sorgulamaya dayalı bilgi sistemi gelişmiştir. Üniversitenin araştırmaya dayalı olarak elde ettiği bilgi Katolik Kilisesi’nin Orta Çağ boyunca inanca dayanarak sunduğu ve herkesin kabul etmek mecburiyetinde bıraktığı bilgi bazı yönlerden birbiriyle çelişmiştir. Bu durum ilerleyen zamanlarda Hristiyanlığın yeniden yorumlanması mecburiyetini getirmiştir. Dinde reform veya yenilik hareketleri böylece ortaya çıkmaya başlamıştır. Dinde yenilik hareketini geliştiren Protestanlar Katolik Kilisesi’nin elindeki ruhban sınıfından farklı bir yorum geliştirince Katolik Kilisesi’nin baskısına maruz kalmıştır. Yenilik hareketinin Martin Luther gibi öncü isimleri Katolik Kilisesi tarafından aforoz edilmiş ve ölüm cezasına çarptırılmıştır. Protestan liderler bu bakımdan bulundukları topraklardaki yönetimlerin himayesine girmiş ve kendilerini takip edenlere de başlarındaki yönetime itaat etmelerini tavsiye etmiştir. Protestan liderler kralların şahsında ulusal bir dinî organizasyon kurmak için krallarla işbirliği yapmıştır. Öte yandan bu durum krallarında işine gelmiştir. Zira beşinci yüzyıldan beri krallar Roma Katolik Kilisesi’nin başında bulunan Papa’ya bağlı kalmış, taçlarını Papa’nın elinden giymiş,Papa izin vermeden yönetime gelememiştir.Kralların evlilik ve boşanmaları bile Papa’nın iznine bağlı olmuştur. Krallar Papa’nın denetiminden kurtulmak için onlar da Protestan liderlerle işbirliği yapmış ve Roma Katolik Kilisesi’nden kurtularak kendi topraklarının nihai otoritesi haline gelme mücadelesi vermiştir. Protestanlarla krallar arasındaki iş birliıinin soncunda ingiltere,Almanya, Hollanda, isveç ve Danimarka gibi Protestanlığın yaygınlaştığı toplumlarda ulusal kiliseler kurulmuş , bu kralların otoritesi altında ulus devletlerin oluşmasının zeminini oluşturmuştur.
Her ülke kendi tarihsel ve sosyal şartlarına bağlı kalarak din-devlet ilişkilerini düzenlemektedir.Bugün dünya üzerinde yaşayan ülkelerde din devlet ilişkilerine yönelik genel olarak üç dört model gelişmiştir. Bunlardan biri dinle devlet arasındaki ilişkileri ayrılık ilkesine göre düzenleyen laiklik modelidir. Din-devlet ilişkisini ayrılık ilkesine göre düzenleyen iki ülke Amerika ile Fransa’dır. İkisinde de ayrılık ilkesi benimsenmesine rağmen uygulamada farklılıklar vardır. Amerika’da devlet hiçbir şekilde kiliselere karışmaz.Kiliseler tamamen serbest olup kamusal alanda etkin biçimde faaliyet gösterebilmektedirler. Oysa Fransa’da tarihsel şartlardan kaynaklanan nedenlerden dolayı kiliseler ve dinî cemaatler Amerika’daki gibi serbest değildirler. Din-devlet ilişkileriyle ilgili ikinci model ise karma modellerdir.
ıngiltere ve Yunanistan gibi ülkelerde görülmekte olan karma modellerde devletin tanımladığı resmî bir din veya kilise vardır ve devlet buna destek vermektedir. Devlet yöneticileri aynı zamanda kilisenin de başı sayılırlar. Türkiye’deki modelin de bir çeşit karma model olduğu söylenebilir.Türkiye’de devlet laik olarak tanımlanmasına rağmen din örgütünün merkezi kurumu olan Diyanet ışleri Başkanlığı devlete bağlı olup devlet dinî kurumun üzerindedir. Bununla birlikte her tür din hizmeti ve eğitim devlet tarafından verilmektedir. Karma modelle yönetilen ülkeler genel olarak laikliği benimsemiş ülkelerdir. Ancak her birinde laiklik uygulamada farklı şekillerde hayata geçirilmektedir. Din-devlet ilişkileriyle ilgili modellerden biri de teokratik modeldir.
Teokratik modelde din adamları zümresi yöneticilerin üzerinde yer alır. Başka bir deyişle yönetici sınıf aynı zamanda ruhbandır. Bununla birlikte yasalar dinî kurallara dayanmaktadır. Bu tür teokratik modellerin tipik iki örneğini Vatikan ile ıran oluşturmaktadır. Yarı teokratik modeller yöneticilerin konumu bakımından teokratik modellerden ayrışırlar. Yarı teokratik modellerde yöneticiler ruhban sınıfından oluşmaz. Ancak yasalar dini kurallara dayanmaktadır. Suudi Arabistan, Yemen, Pakistan, Malezya ve ısrail gibi ülkeler yarı teokratik modelle yönetilen ülkelerdir.
Bugün dini radikal biçimde yorumlayarak asli kaynaklara dönmeyi vaaz eden yaklaşımların yani sıra, dini bir şiddet kaynağı olarak yorumlayan akimlar da değişik dinlere mensup toplumlarda ortaya çikip gelişmiştir. Yahudiler, Hristiyanlar,Müslümanlar ve Hindular arasinda dini radikal biçimde yorumlayarak şiddeti meşru gören akimlar ortaya çikmiştir. Yahudiler arasinda gelişen Siyonizm, Hristiyanlar arasinda gelişen Yeniden Doğuşçular, Müslümanlar arasinda gelişen El Kaide ve Taliban gibi hareketler amaçlarina ulaşmak için şiddeti meşru bir araç olarak kullanmayı öngörmektedirler. Bu tür hareketler devletleriyle bütünleştiği zaman kendi ideolojilerini devletleri üzerinden sürdürmektedirler. Siyonistlerin İsrail devleti üzerinde, Yeniden Doğuşçuların ve Evanjelik gruplarin da Amerikan devleti üzerinde etkin olduğu bilinmektedir. Öte yandan Taliban’ın geliştirdiği ideoloji uzun zaman Afganistan’da hüküm sürmüştür. El Kaide gibi terör örgütleri terör yoluyla mücadelelerini sürdürmektedirler.
Amerika’yı en büyük düşman olarak tanımlayan El Kaide Amerika ve müttefiklerine karşı savaş ilan etmiş ve son on yilda çok sayıda ses getiren terör olaylarına imza atmıştır. El Kaide türü terör örgütleri küresel dünyanin imkânlarından yararlanarak terörizme küresel bir boyut kazandırmıştır. El Kaide bu bağlamda sadece Amerika’da değil; Türkiye, İspanya, Mısır,Hindistan,Pakistan,Afganistan ve Irak gibi çok sayıda değişik ülkede korku salan eylemler gerçekleştirmiştir.
Bu tür terör olaylarinda bir referans oluşturmaklabirlikte din aynı zamanda sömürge karşıtı mücadelelerde de önemli bir referans oluşturmaktadır. Yirminci yüzyilda İslam dünyasinin Batı tarafından işgal edilmesinin sonucunda Mısır, Filistin, Libya ve diğer Kuzey Afrika ülkelerinde din temelli birtakım direniş hareketleri gelişmiştir.Senusilik, Müslüman Kardeşler ve Hamas bu tür direniş hareketlerinin örneklerini oluşturmaktadır.

KODLAMA YOLUYLA EZBER(KYE)
***Bir ruhban sınıfın bulunması=Katolik inanç anlayışının kabul ettiği değerlerden biridir.
***Fizik alanındaki buluşlar=Ulus devletin gelişmesinde rol oynayan faktörlerden biri değildir.
***Ruhban sınıfı=Protestanlıkta yer alan değerlerden biri değildir.
***Martin Luther=Protestanlık hareketini başlatan dini lider.
***Fransa’daki din adamlarının Vatikan tarafından tayin edilmesi=Fransa ile Vatikan arasında gerçekleştirilen Konkordat’ta yer almamıştır.
***Kiliseler Amerika’da Fransa’ya göre daha özgürdür=ifadesi=Amerika’da gelişen laiklik anlayışı ile Fransa’da gelişen laiklik anlayışı arasındaki farkı açıklayan en iyi ifade.
***Din devletin altında yer almaktadır=ifadesi=Teokratik sistemlerin bir özelliğidir.

***Sultan Halife sıfatıyla dini fetva verme hakkına sahipti=ifadesi=Osmanlı’da din-devlet arasındaki ilişki ile ilgili söylenemez.
***Radikal dini anlayışlar diğer inançları da doğru bulurlar=ifadesi=radikal dini anlayışlar için söylenemez.
***Siyasi partilerin kapatılması=Cumhuriyetin ilk yıllarında değişik alanlarda reformlar yapılmıştır.Ama bu atak laiklik ile ilgili bir uygulama değildir.

3.ÜNİTE GENİŞ ÖZET
Feodalizm, barbar kavimlerin Batı ve Güney Afrika’yı işgal etmeye başlamalarıyla ve Roma imparatorluğu’nun yıkılmasıyla merkezi yönetimden yoksun kalan Orta Çağ Avrupası’nda ortayaçıkan toprağa dayalı bir örgütlenme tarzıdır. Koruyan-korunan ilişkisi temelinde gelişen bu örgütlenme tarzında toprakların işlenmesinde imtiyaz
sahibi olan zümreler ile toprağı işleyen köylüler,ayrı ayrı haklara ve yükümlülüklere sahipti.
imtiyazlı kesimler emniyet ve güvenlikten yoksun kalan bir ortamda korunaksız köylüyü korurken köylü de bunun karşılığında imtiyazlı kesimlerin ellerindeki toprağı işleyerek hem kendi geçimini ve hem de imtiyazlı zümrelerin geçimini sağlıyordu. Hristiyanlığın yeni yeni yayılmaya başladığı dönemde ortaya çıkan feodal yapılarda din özellikle imtiyazlı zümrelerin bir aracı haline gelirken köylüler uzun yıllar pagan adetlerini sürdürmüş ve yavaş yavaş Hristiyanlaşmıştı.

Modern dönem, kendisini karanlık olarak addettiği ve Katolikliğin hakim olduğu Orta Çağlardan ayırırken toplumda var olan yeni gelişmeleri ve bu gelişmeler ışığında ortaya çıkan yenilikleri kullanır. Modern olan yeni olandır ve eskisinden farklıdır. Toplumda yeni fikirlerin, yeni anlayışların ve yeni inançların hakim olmasıyla başlayan
modern dönem, özellikle sekülerleşme, bireyleşme ve akılcılaşma temelinde kendisini gösterir.Sekülerleşme Kilise’nin mülklerine el konulmasıyla ve yönetimlerinin de kilisenin belirlemediği soylulara devredilmesiyle başlayan, toplumda kilisenin belirleyiciliğinin azalması ve sınırlandırılmasıdır. Bireyleşme,insanların kararlarını, kilise hiyerarşisine ve yöneticilerin buyruklarına değil kendi iradesinegöre belirleyip davranmasıdır.
Akılcılaşma ise toplumsallaşmanın bir takım batıl inançlar, dini dogmalar veya efsanelerle değil,akılın sınırları içinde gerçekleşmesidir.Protestanlık, Katolik Kilisesi’nin feodal dönemle iç içe geçmiş yapısına tepki olarak doğmuş, Hristiyanlık içinde bir reform hareketidir. Katolik Kilise’sininsadece teolojik ve toplumsal aşırılıklarına bir tepki hareketi değildi; toplumsal ve ekonomik alanlarda bir sekülerleşme hareketiydi de.
Reform hareketi, imtiyazları nedeniyle giderek zenginleşen Katolik Kilisesi’nin bu tavırlarına yoksul köylüleri de arkasına alan karşı çıkış hareketiydi.İncillerin Latince dışındaki yerel dillere çevrilmesini, eğitimin sekülerleşmesini, kiliselerin denetimlerinin seküler yöneticilere devredilmesinide savunanduğundan sekülerleşmeye de
yol açtı. Ancak Protestanlığın en büyük etkisi,kapitalizmin gelişmesine zemin oluşturan bir dünya algısına sahip olmasında görüldü.

KODLAMA YOLUYLA EZBER(KYE)
***Protestanlığın ortaya çıkışı=Feodalizmin doğmasının sebeplerinden biri değildir.
***Hristiyanlık için söylenemeyecek ifade= Yoksul köylüler Hristiyanlığı hemen benimsedi.
***Feodal dönemde=Manastırların= Kurumlar üzerinde etkisi çok büyüktür.
***Modern kelimesinin ilk tanımı=Protestanlıkla=ortaya çıkmıştır.
***Bilimlerin gelişmesine katkısı = Protestanlığın modern dönemi etkileme nedenlerinden biri değildir.
***Ticaret=Doğu ve Batı toplumlarını ayrıştıran nedenlerden biri değildir.
***Ticaret yoktur=ifadesi=Weber’in genelde Doğu, özelde de İslam toplumları için söylediklerine uymaz.
***Her toplumda püriten ahlak bulunabilir= ifadesi=”Protestan Ahlakı” tezini eleştirenler için söylenemez.
***Tamamen etkisini yitirmiştir=ifadesi =Modern dönemde din için söylenemez.
***Wemer Sombart= Toplumları üretim tarzının hakim olduğu bir temelde değerlendiren sosyal bilimci.

4.ÜNİTE GENİŞ ÖZET
İnsan denen varlık birlikte yaşar. Esasen sosyolojik olarak toplum insan birlikteliğinden doğan bir ilişki ve örüntü ağıdır. Bu ağa genelde kültür adı verilmektedir ki kurumlar onun ünitelerini oluşturur. Söz konusu kurumların her biri birbirleriyle oldukları kadar genel toplumsal yapıyla da bir ilişki içinde bulunurlar. Din kurumu da hem ana yapı olan toplum hem de her bir kurumla ayrı ayrı ilişkilerde bulunur. Bu ilişkilerin düzeyi toplumun tipine bağlı olduğu kadar dinin basit ve yüksek tipli olmasına göre değişiklik arz eder. Doğal olarak yüksek tipli dinler toplum üzerinde daha bir etkin olurlar. Çünkü yüksek tipli dinler toplum üstü bir kaynağa dayanırlar.Basit tipli dinler ise toplumun sıradan bir yansıması olduklarından dolayı toplumla etkileşimlerinde etkin değil edilgindirler.
Bir toplumun kültürel hayatında küçüklü büyüklü pek çok kurum vardır. Bunlar belli eksenlerde ele alınabilir. Hatta bir kısmı daha çok önemsenen kurumlardır ki bunlara temel kurumlar denir.Bu temel kurumların en önemlileri aile, siyaset,ekonomi, eğitim ve din kurumlarıdır. Diğerlerine ikincil veya alt kurular denir. Sağlıklı işleyen bir toplumda bütün kurumlar arasında bir eş güdüm vardır. Yani her biri diğeriyle yardımlaşır, en azından çelişki ve çatışmadan uzak olur.
Din, insanın özlük alanına ilişkin, aşkınlıkla bağlantı kurmayı sağlayan bir temel kurumdur. Diğer bütün kurumlarla bir ilişkisi vardır. Biz burada dinin özellikle aile, ekonomi, siyaset ve eğitim kurumlarıyla olan ilişkilerini açıklamaya, bunun belli eksenlerde kurulabileceğini göstermeye çalıştık.
Dinin aile, ailenin din üzerindeki etkisini özetleyebilmek.
Din-aile kurumları arasındaki ilişkinin önemli kontak noktalarından birisi, ikisinin de sosyal kontrol ve denetleme kurumları olmalarıdır. Bu işlev toplumsal hayatın sürekliliği için önemli bir görevdir. Bunu yerine getirirken aile dini, din aileyi kollaya gelmişlerdir. Dinin en önemli uygulama alanlarından biri aile olduğu gibi aile de
varlığını sürdürebilmek için büyük çapta dine dayana gelmiştir.
Din ve ekonomi bağlantısını açıklayabilmek.
Din-ekonomi arasındaki ilişkinin kurulduğu önemli noktalardan birisi ahlaktır. Ekonominin içten ahlaki bir itici güce ihtiyacı vardır. Ekonominin kazanma ilkesiyle dinin ahlak ilkesi birleşerek bir tutum ahlakı oluşturagelmişlerdir. Weber gibi düşünürlere göre kapitalizm bile bu tutum ahlakından doğmuştur. Yüksek tipli dinlerin genelde çalışmayı ibadet saymaları bu konuda hatırlanabilecek açıklayıcı bir örnektir.
Din-siyaset kurumları arasındaki ilişki, ekonominin merkezinde bulunan güç ve dinin odağında yer alan meşrulaştırma ekseninde açıklanabilir.Yani iki kurumun da diğer kurumun işlevine ihtiyacı olagelmiştir. Esasen tarih boyunca bu iki kurum arasındaki ilişki daha çok çatışma değil iş birliği üzerine olmuştur. Çünkü ikisi de kamu düzenini sağlama gibi noktalarda da yardımlaşa gelmişlerdir.
Dinin, ikincil işlevleri bakamından en yakın olduğu kurumlardan birisi de şüphesiz eğitim kurumudur.Din eğitimle öğrenilir ve öğretilir ama eğitim de bir açıdan dinin kucağında gelişmiştir denebilir. Nasıl eğitim toplumsallaşma sağlarsa din de insanı sosyalleştirerek eğitim görevi yapar.
Esasen yüksek tipli dinlerin vahiy süreci bile öncelikle bir bilgilendirme ve davranış kazandırma sürecidir.

KODLAMA YOLUYLA EZBER(KYE)
***Durkheim, dini=Kutsallık=ile tanımlamaktadır.
***Her ikisi de birbirini etkiler=ifadesi=din-toplum ilişkisinde doğru yargı.
***Organizeli insan birliktelikleridir =ifadesi=kurumların özelliklerinden biri değildir.
***Yüksek tipli dinler kurumları daha çok etkiler=Dinin kurumlara etkisi ile ilgili doğru ifade
***İnsan hayatında rasyonel verim sağlar = ifadesi =aileyi tanımlayan bir nitelik değildir.
***Kontrol ve denetleme=Din ve ailenin ortak işlevidir.
***Tutum ahlakı oluşturma=Din-ekonomi ilişkisinin ortak bir olgusudur.
***Dinin ekonomi üzerindeki en belirgin etkisi kabul edilen tutum ahlakı tam olarak= İnsanı eldeki imkanlara göre davranmaya yöneltmek.
***Meşruiyet sağlama=Din-siyaset ilişkisinde dinin siyaset üzerindeki etkisini ifade eder.
***Din ,eğitimin =Bireyleri topluma uyarlama, sosyalleştirme=işlevleri ile ilgili değildir.
Hazırlayan : Muhammed Sözkesen (Sosyolog_60)
——————————————————————————————————————————————————————————
FİNAL ÖZETİ
——————————————————————————————————————————————————————————

Tartışma

Henüz yorum yapılmamış.

Yorum bırakın

Mayıs 2024
P S Ç P C C P
 12345
6789101112
13141516171819
20212223242526
2728293031  

Enter your email address to follow this blog and receive notifications of new posts by email.

Diğer 2.050 aboneye katılın